2 Ekim 2009 Cuma

NATIONAL GEOGRAPHIC'DEN RESİMLER

Bu resimlere bayıldım. National Ceographic dergisi tarafından seçilmiş resimler. Hakikate seçilmeye değer, insanı büyülüyor. Hayvanlar bile bu kadar sevgiyle muhabbetle birbirine yaklaşırken, bazı insanların sevgiden mahrum olması ne acı değilmi ! Eşlerinize ve çocuklarınıza karşı resimlerdeki hayvanların sevgi ve muhabbetinden bir nebze gösterebilirseniz, en az onlar kadar mutlu olacağınıza inanıyorum.



Herkese mutlu, umutlu, huzurlu, sevgi dolu ve hayırlı günler diliyorum.










3 Ağustos 2009 Pazartesi

TAŞUCU - KIBRIS DENİZ OTOBÜSÜ İŞKENCESİ


Kayınbiraderim Girne'de bir otelde çalışıyor. Geçen ay çok tatlı bir kızı daha oldu. Allah sağlıklı sıhhatli hayırlı ve uzun ömür versin.

Yaz tatilimizin bir bölümünü bebek sevmeye ve Kıbrısı fethetmeye ayırmaya karar verdik. Silifke'deki İhracatçı Birlikleri Kampında on günlük harika tatilin üzerine Taşucu'ndan bir Girne seferi yapalım istedik. Silifkeye ilişkin bölümü bilahare anlatacağım.

Deniz otobüslerinin saatleri ve fiyatı hakkında internetten araştırma yapmıştım ama olumlu olumsuz bir yoruma ulaşamamıştım. Ben de belki birilerinin işine yarar düşüncesiyle acı tecrübemi sizlerle paylaşmak istiyorum.
İnternetten fiyatlara bakıp eh fena değilmiş deyip ona göre planlamıştık. Fiyatların altında harçlar hariçtir yazısını pek ciddiye almamıştık. Ciddiye almak lazımmış. Taşucundan çıkışta toplam fiyat 85 TL civarı, Girne'den dönüşte ise 30 milyon harç haraç vergi resim vırt zırt eklenince 90TL'yi geçiyor. Gidiş dönüş alınca bu fiyat 10 TL civarı düşebilir. Ankara'ya uçakla doğrudan benim deniz otobüsü maliyetimden daha ucuz fiyata dönebilirsiniz.
İki firma ortak bir gemi kaldırıyor. İsraf olmaması açısınında iyi ama rekabet olmayınca sonuçları tahmin edebilirsiniz. Yolcuya hiç minnetleri yok. Bilet satan hanfendilerin yüzlerinden düşen bin parça. Sanki orada onları karın tokluğuna cebren siz çalıştırıyorsunuz.
Öğlenin kızıl sıcağında, kan ter içinde soğutma tertibatı olmayan, yalnızca polislerin oturduğu kabinlerin soğutulduğu bir binadan gümrük kontrolünden geçtikten sonra gemiye ulaştık. İnsanlarını düşünmeyen bir zihniyetin başarılı olması mümkün değil. Artık hem devlet hem özel sektörün insanların rahatını düşünmesi ve ona göre hizmetlerini düzeltmesi gerekiyor. Aksi takdirde yüzyıllar sonra bile biz yine bizden adam olmaz diye hayıflanıp duracağız.
Ama asıl sıkıntı geminin rahatsız oluşunda. 11:30'da Taşucundan kalkacak gemi en erken 12:30'da kalkabiliyor. Bizim gibi biraz da sağlamcıysanız ve bir saat öncesinden geldiyseniz iki saatten fazla ter banyosu içerisinde can çekişmeniz gerekeceği anlamına geliyor. Demirden yapılmış olması nedeniyle gemi güneşte o kadar ısınıyor ki içerisi saunadan farksız. Aslında saunadan daha beter çünkü sıcağın üzerine bir de nem var. Kalp rahatsızlığınız var ise dayanmanız mümkün değil. Gemi görevlisinin yolcuların şikayetine verdiği cevap ise aynen şöyle: "İsteyen var ise gemi kalkmadan ayrılabilir yardımcı olacağım. Gemi yolculuk esnasında da aşağı yukarı bu kadar sıcak olacak. Hareket ettikten sonra isteyen (dayanamayan) olursa güverteye çıkabilir." Bu esnada kendisi de sıcağa dayanamıyor ve sonradan monte edilmiş ve soğukmu sıcakmı üflediği belli olmayan klimamsı bir aletin önüne tüm bağrını yapıştırmış vaziyette.
Belki gemi hareket ettikten sonra içerisi serinler beklentisi içerisinde, yolcuların yoğun baskısına dayanamayan kaptan yola çıkıyor. Ancak nafile, aksine daha da sıcak, artık dayanmak mümkün değil. Güverteye çıkıyoruz. Daracık güvertede üstüste yığılmış valizlerin arasında, kulakları sağır eden motor sesi, kusmaktan kendini alamayan yolcular, halsizlikten yerlere uzanmış insanlar ve sigara içenler arasında biryerlere tutunarak biraz açık havada durmaya çalışıyoruz. Ama bir süre sonra sürekli yüzünüze ve bulantı halindeki midenize vuran rüzgar sizi içeriye girmeye ve işkencenin bir başka çeşidine katlanmaya mecbur ediyor.
Arada gemi görevlisi soğuk içecekler satıyor. Küçük pet şişede su 1,5 , kutu kola 3 TL. Bu kadar sıcak kasıtlı mı diye insan içincen geçirmeden edemiyor.
Neyse daha fazla uzatmayayım, 3 saatin sonunda Girne'nin evleri gözüküyor. Valizlerini bir an önce almak ve inmek isteyen insanların sebep olduğu curcunadan sonra gümrüğe ulaşıyoruz.
Dudaklarımızda bir daha binenin ... şeklinde bir mırıltıyla yada hırıltıyla bekleyenlerimize merhaba diyebiliyoruz.
Bunları okuyunca sakın beni geminin yada arabanın tuttuğunu düşünmeyin. Çünkü dönüşte gemi biraz daha yeni ve klimalı idi. İşkence katsayısı tartışılmaz bir derecede düştü.
Sonuç olarak, eğer bindiğiniz geminin klimaları yok ise veya çalışmıyorsa yandınız demektir. Eşek yükü para vererek kendinize işkence eden başka memlekette görülmez.
Gemi sahiplerinin ellerini vicdanlarına koymalarını rica ediyorum.
Sizlere de kendi paranızla kendinizi rezil etmeyin diyorum.

21 Mayıs 2009 Perşembe

3 BOYUTLU YER RESİMLERİ

Fazla yoruma hacet yok. Kesinlikle çok eğlenceli. Keşke bizim sokaklarımızda da bu tür resimler yapsalar. Hayatımız daha bir renkli olurdu.








20 Mayıs 2009 Çarşamba

ASKERLİK

Askerlik hemen her erkek için önemli bir dönüm noktasıdır. Özellikle yaşadığı yerden çok fazla şehir dışına çıkmayanlar için çok önemli bir değişikliktir. Hayatları boyunca askerlik anılarını anlatırlar.


Kimi askerliğinin ne kadar çetin geçtiğini tüm detayıyla anlatır. Kimi ne kadar rahat askerlik yaptığını, işlerden nasıl kaytardığını ballandıra ballandıra anlatır.

Bu muhabbetleri dinlemek epey sabır ister. Bayanlar için bu durum biraz daha katmerlidir sanırım.

Rahmetli dedem askerliğini çok anlatırdı. Tüm hatıralarını ezberlemiştim. Dinlemeyi pek istemediğim zamanlarda dedem anlatmaya başlar başlamaz ben hemen atılır “tayyareler sırayla geçtiler, atan geçti atan geçti değilmi dede” deyip hevesini kursağında bırakırdım. Ah dedem keşke şimdi yaşasaydı da tekrar tekrar dinleseydim askerlik hatıralarını. Dedem askerliğini 50’lerde Etimesgutta tankçı olarak yapmış. Askerliğimi Etemusta yaptım derdi. O zamanlarda öylemi söylüyorlardı yoksa dedem mi öyle kullanıyordu bilmiyorum.

Sabır testini geçip geçemeyeceğinizi sınamak için ben de birkaç askerlik anımı anlatayım :)

Askere gitmeden önce askerliğini yapanlardan dinlediğimiz kadarıyla hayattan beklentimizi epey deniz seviyesine indirmiştik. Ancak anlatılmaz yaşanır derler ya askerlik de pek anlatılarak anlaşılacak bir şey değil yaşamak lazım. Yeşil elbiseyi giyince bambaşka bir aleme geçiyorsunuz.



Neyse hanımdan ayrılık üzüntüsüyle, içimizde biraz matem biraz can sıkıntısı 66. Zırhlı Tugay’ın Topkule Kışlasının yolunu tuttuk. Aradılar taradılar, ilaçları ve kitapları zor şer arama yapan nöbetçinin elinden kurtardıktan sonra kayıt için sıraya girdik. Binaların ortasında genişçe bir alan, sonradan iyice öğrendik ki onun ismi “içtima alanı” imiş. Diğer bir ifadeyle ömür törpüsü diye de ifade edebiliriz. Her öğün tabur binalarından sırayla “Her Türk asker doğar” ya da “En büyük namlu bizde” yürüyüş kararıyla gelinen ve komutanların keyfine göre saatlerce ayakta beklemek zorunda olunan tipik bir alan. Buradaki alanı şeritlerle çevirmişler, ortada bir adam slüetini tebeşirle işaretlemişler. Astsubayın biri bir yüzbaşıyı alanda kovalamış ve silahla öldürmüş. Dakka bir gol bir.

Dediler sizin grup Kartaltepe Kışlasına gidecek şurada bekleyin araç gelecek sizi alacak. BMC kamyonlardan otobüse çevrilmiş II. Dünya savaşından kalma otobüsümsü bir araç. Yerden yüksekliği 1.5 metre. Binebilmek için öncesinde askerlik yapmış olmak lazım. Önce bavulu fırlatıyorsun içeriye sonra yukarıdan birisi elinden tutuyor ve yoğun bir çaba ve gayretle çıkıyorsun. 50 –60 kişi üstüste çuval gibi tıkış tıkış müstakbel kışlamıza yol alıyoruz. Toprak yoldan ilerlediğimiz için arabanın her yerinden içeriye giren toz ve sıcaktan nefes almak o kadar zorlaştı ki kışlaya varınca inanılmaz rahatladık ve kışlamızı daha bir sahiplendik :) Bilerek yapmışta olabilirler. Dakka iki gol iki.

Akşam bizi yemek sırasına dizdiler, onbaşılar öyle bir havaya girmişler ki sanırsınız binbaşı albay filan. Elimizde bir tabak yemek alacağız, aşçıbaşı tabağa ben deyim yarım kepçe siz deyin çeyrek kepçe ne olduğu belirsiz bir su koydu. İçinde bir iki tane taze fasulyeyi andırır bir şeyler salınım halinde duruyor. Elimize çeyrek ekmek tutuşturdular haydi yiyin. O çeyrek ekmek sanırım yediğim en lezzetli şeydir. Tabağın kenarını köşesini öyle bir sildik ki sanırsınız tabaklar hiç kullanılmamış. Bizim istihkak çıkıncaya kadar bir hafta aynı seyansları yaşadık mecburen. O an bizim çöm grubunun (uzun dönemlerin tabiriyle poşet grubunun) fotoğrafını
çekmeliydiniz. Herkes ağlamaklı, kiminin üzüntüden, kahrolmuşluktan kapkara olmuş suratı, kimi aval aval bakıyor iki tarafına bu kadar mı yiyeceğimiz, bizde sandıydık ki bunlar sadece ara sıcaklar diye :) Dakka üç gol üç.

Daha nice goller yedik ama alnımız ak boynumuz dik bir şekilde askerliğimizi aslanlar gibi yaptık ve sevdiklerimize kavuştuk. Şimdi tatlı birer anı olarak zihnimizde dolanıyor.

Doguda daha zor sartlarda askerlik yapan kardeslerime Allah sabir versin, kolayliklar versin. Eminim ecrini obur dunyada katbekat alacaklardir.





18 Mayıs 2009 Pazartesi

GÜLİSTAN HİKAYELER ( Sadi Şirazi )

SIRRINI DÜŞMANA VERME

Bir tüccar alışverişte zarar etmişti.
Oğlunu kimseye söylememesi konusunda uyardı. "Neden?" diye sordu oğlu saf saf.
"O zaman dert katmerleşir. Sermayenin azalmasıyla düşmanın oh çekmesi aynıdır" dedi tüccar.

Üzüntünden söz etme düşmanına, yüzüne karşı üzülür, ardından güler.

AKILLI İNSAN KAVGA ETMEZ

Cahil ve aptal bir adam alimin yakasından tutmuş türlü halaretler ediyor, ona saldırıyordu.
Derin akıl sahibi bir düşünür bunu görünce "Gerçekten alim olsaydı, cahille yüzgöz olmazdı" dedi.
Akıllı insanlar kavga etmez.
Alim kimse zevzek ve cahil biriyle dalaşmaz, onun seviyesine inmez.
Gönül ehli olanlar aralarındaki tüyü korurlar, koparmazlar.
İki cahil karşı karşıya gelse, zincir de olsa parçalarlar.

Kendisine küfredene, sükun ile şöyle cevap vermiş bir derviş "söylediğinden daha kötüyüm ben, benim kadar bilemezsin kendimi"


SUSKUNLUĞUN NEDENİ

Kisra'nın huzurunda bir sorunu tartışıyordu bilgeler. Büzücmihr hiç ağzını açmıyordu.
"Niçin düşünceni söylemiyorsun üstad ?" diye sordular.
"Hekim ilacı hastaya verir. Düşüncelerinizin doğru olduğunu görüyorum, benim konuşmama ne gerek var?" dedi Büzücmihr.

Sözlerim etkisiz kalıyorsa konuşmamın gereği yoktur.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

BEYPAZARI

Her konuştuğum arkadaşım gidip görmüş. Hatta bazıları iki ayda bir ailecek gittiğini söylüyor. İnternetten de araştırdım neredeyse gitmeyen kalmamış. Bizde de bir merak uyandı, Osmanlı evleri , çarşıları filan da var denince beni yeterince cezbetti. Pazar günü biz de ailecek neymiş bu kadar övülen yer dedik gittik yerinde gördük :)

Övüldüğü kadar var hakikaten. Dedelerimizin kokusu var şehirde. Evleri çarşıları camileri apayrı bir şey anlatılmaz yaşanır derler ya öyle birşey.


Alışveriş yapmak için çarşıları bulunmaz fırsat. Her türlü meyve kurusunu bulmak mümkün. Beypazarı kurusu zaten hepinizin malumu tadına doyum olmuyor.

Havuç lokumu fena değil ama ben cevizli sucuğu tercih ediyorum. Özellikle safi pekmezden yapılan sucuklar çok güzel oluyor. Cezeryesi de Mersin'in cezeryesi kadar olmasa da tatmaya değer. Lokum cezerye alışverişini yaptığımız yerde havuç ve gül reçeli de satıyorlardı. Deneme amaçlı tabaklara koymuşlardı. Gül reçeline bayıldım ama evde halihazırda olduğu için hanımı almaya ikna edemedim.

Bu kadar tatlıyı yedikten sonra insanı çok susatıyor demedi demeyin sonra:) akşam eve gelince on bardaktan fazla su içtim.

Bu cadde alışveriş için en uygun yer. Gümüşçüler de var. Hanıma gümüş takı takımı aldık. Yüzük kolye zincir iki küpe 40 TL. Bence sudan ucuz ve kalite kallavi. Ama erkekler için pek fazla birşey yok. Adamlar işi biliyor tabi, alışverişi kim yapar hanımlar yapar :) Erkekler yalnızca ödeme memuru ve nakliye işlerinden sorumlu etkisiz eleman.

İki ayrı müze gezdik. Birisi Tarih Müzesi , hemen okulun yanında. Eski eşyaların bulunduğu ve bazı atraksiyonların yer aldığı bildiğiniz bir müze. Yukarıdaki amcam da bu müzede sergilenen bir eğer , semer ustası. İkincisi eski bir Osmanlı evi. En etkileyici özelliği her odada banyosu olması. Ayrıca gelin odası da harika. Her yerinde bir incelik bir işleme bir güzellik var. Dedelerimizin ruhunda, kültüründe , yaşayışında herşeyinde güzellik varmış.



Burası da eski Beypazarının ara sokaklarından bir görüntü.




Dağlık bir arazide sanırım soğuktan ve rüzgardan korunmak için vadide hemen dağın eteğine yerleşilmiş. Şehrin ortasında geçen ve birbirinin devamı olduğu görüntüsünü veren iki dağı görüyorsunuz. Baldızım bu dağları ejderha sırtına benzetti, gerçekten de benziyor.



Benim genel prensibim bir yere gidince önce arabayla sokaklarda bir gezinti yapıp ilk izlenimi almak ve yabancılık hissini üzerimden atmaktır. Beypazarına gidince de aynısını yaptım. Önce bir kaç tur atıp nereye araba park edilebilir, nereden nereye gidilir, istikameti kafamda çizdim. Sonra Hıdırlık tepesine çıktık. Tüm şehri kuşbakışı izleme şansını bulduk. Harika bir his yaşamaya değer. Şansımıza hava da biraz bulutluydu. Tepedeki banklarda açık havada oturup yanımızda getirdiğimiz çayla birşeyler atıştırdık.
Yemeklerini övüyorlar emimin güzeldir. Biz Movaların Konağında gözleme yedik. Özellikle patatesli güzeldi.

Yapmayı unuttuğumuz birşey vardı, o da Beypazarının girişindeki maden suyu şadırvanından maden suyu doldurmak. Bir daha ki sefere unutmayız umarım.

8 Mayıs 2009 Cuma

PANORAMA 1453 MÜZESİ



İstanbul'a yaptığımız bir iş ziyareti vesilesiyle Topkapıda yeni açılmış bir müzeyi gezme fırsatımız oldu.
Yapımı 4-5 yıl almış. Yerli ve yabancı birçok ressam üzerinde çalışmış. Ve sonucunda harika bir eser ortaya çıkmış. Bir yarım küre halinde yapılmış, üç boyutlu hissi veren panoramik bir resim. Ortada 9-10 metre çapında bir sahne var. Sahneye çıktığınız yerin hemen önünde Kale surlarından içeriye ilk girilen noktayı görüyorsunuz. bir tarafta Fatih dedemiz askerleriyle son hücumu bekliyor, bir tarafta şahi topları gürlüyor. Işıklandırma ve özel resim tekniği sayesinde savaşın tam ortasındaymışsınız gibi bir his veriyor. Dürbünle bakıldığında çok ince detayların görülebileceğini duydum. Ayrıca insanların yüzleri bugünün İstanbulunda yaşayan sokaktaki insaların yüzlerinden alınmış. Sahte, yapmacık abartı bir şey yok anlayacağınız. Resimle sizin aranızdaki alanda gerçek toplar, savaşta kullanılan alet, silahlar bulunuyor.

Herhalde bu kadar anlattığım yeter. Gidin ve yerinde görün derim. Tramvay veya Metroyla giderseniz Topkapı durağında inerseniz hemen yakınında. Topkapıdaki dolmuş duraklarının yanında. Giriş ücreti normal 5TL öğrenci 3 TL. Heyecandan gözlerinizin yaşaracağını söyleyebilirim. Gitmeden önce aşağıdaki linklerden tanıtım filmlerini izleyebilirsiniz. Ayrıca İstanbulun fethi ile ilgili birşeyler okuyarak giderseniz çok daha keyifli olur. Yapımında emeği geçen herkesten Allah râzı olsun.


Bu adreste daha farklı resimlerini de görebilirsiniz.

http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=80797&start=0

Bazı yerlerde Macar topçu Urbanın döktüğü toplar diye çok bahsediliyor. Bu biraz kanıma dokunuyor. Çünkü okuduğum diğer bazı kaynaklarda Urbanın öncelerinde Bizans için top yapan bir usta olduğu, sonra Osmanlı için top yapmak üzere kiralandığı, Türk topçuların çok daha etkili ve kaliteli toplar yaptığını görünce üstün görünmek için çok büyük bir top yaptığı ancak onun yaptığı topun deneme sırasında veya kuşatma sırasında infilak ettiği anlatılıyor. Dedelerimiz için hizmeti geçtiyse Allah razı olsun ama sürekli Urban diyerek te dedelerimizin ve özellikle Fatih Sultan Mehmet Hanın bizzat kendisinin çizdiği projeler sonucu dökülen topları gölgelemeyelim lütfen.



Avrupalılar bizden ne kadar korksa azdır. Eğer kendimize gelsek, kim olduğumuzu, dünyaya geliş gayemizi hatırlasak ecdadımız gibi bizim de önümüzde kimse duramaz.
Dursa bile ancak el pençe divan durur...


30 Nisan 2009 Perşembe

TÜRK ERKEĞİ ÇEKİCİDİR




İşe Başlarken Besmele Çeker
Kaçan Golde Yuh Çeker
Evladına Nutuk Çeker
Delikanlıdır Tesbih Çeker
Sportmendir Barfiks Çeker
Tek Eliyle şınav Çeker
Kendi Dişini Kendi Çeker
Ağzında Sigara Halay Çeker
Dikiz Aynasından Hareket Çeker
Muazzam Kopya Çeker
Genelde Babaya Çeker
Canı olmadık şeyler çeker
İskenderin Üstüne Künefe Çeker
Komedi Filminin Kralını Çeker
Kafası Bozulunca Resti Çeker!
Yükte Ağır Parada Hafif Çeker
Parayı Bulan Arabayı Çeker
Mahallede Pati Çeker
Gurbette Hasret Çeker
Balıketli Görünce İç Çeker
Sevdiğini Sorguya Çeker
Aldatılınca Tetiği Çeker
Memlekete Turist Çeker
Kaşı Gözü İlgi Çeker
Her Ortamda Dikkat Çeker
İtalyan Erkeklerine Beş Çeker
İngilizlere Yirmibeş Çeker
Kaynanadan Çok Çeker
Veee
Ne çekerse karıdan çeker!!

21 Nisan 2009 Salı

K-PAX

İzlediğim ilginç filmlerden bir tanesi. Kevin Spacey'i az çok herkes tanır. Oyunculuktaki ustalığı takdire şayandır hakikaten. Bu filmde de harika bir performans çıkartmış bence.

K-Pax gezegeninden gelen Prot adında bir uzaylı. Robert isminde dünyadan bir çocuğa zihinsel yolla arkadaşlık ediyor. Çocuk büyüyüp evleniyor, çocukları oluyor ve birgün caninin biri eşine tecavüz ediyor ve çocuğuyla birlikte öldürüyor. Adam bu acıya dayanamıyor ve katili öldürdükten sonra nehirde intihar ediyor.

Prot adamın cismine girerek dünyayı gezmeye ve rapor hazırlamaya başlıyor ve akıl hastası olduğu gerekçesiyle akıl hastanesine kaldırılıyor. Bir doktorla aralarında geçen muhabbetlerle film sürüp gidiyor ve en sonunda gezegenine geri dönüyor.

Fikir enteresan, sıradışı. Beni en çok etkileyen kısmı, dünyamızdaki mevcut sistemi, genel geçer doğrularımızı, aile hayatımızı sorgulaması. K-pax'de aile yok. Çocuklar biyolojik olarak üretiliyor ve toplumun her bireyi sırayla bildiklerini çocuğa aktarıyor. Kuralar yok, yasaklar yok, cezalar yok, devlet yok. Herkes yapması gerekenleri biliyor ve yapıyor. Bunlar kulağa tabiki imkansız geliyor. Ancak diyorki cana can, dişe diş kuralını siz kendiniz uydurdunuz ve kendi kendinize inandırdınız diyor. İlginç değilmi islamiyette de kısasa kısas vardır ama bazı kurallar dahilinde ve cezası devlet tarafından verilmek kaydıyla. Kötülük yapana iyilikle muamele etmek dinimizin temel kurallarından ama takan kim değilmi!

Bir başka ilginç nokta da şu. Diyor ki K-pax'da sorun yaşamak yok, pürüzsüz bir sistem işleyip gidiyor. Ama aile olmadığı için sevgi yok, özlem yok. Ailenin ilk başta gereksiz olduğunu düşünüyor ama sonra yaından görünce ailenin ne kadar gerekli olduğunu, kıymetinin bilinmesi gerektiğini, küçük sorunlar büyütülerek ayrılıklara ve küskünlüklere neden olmasının doğru olmadığını anlıyor ve insanlara farklı gezegenden birisinin gözüyle anlatıyor.

Ailelerimizin kıymetini bilelim. Sevgi ve saygıdan asla taviz vermeyelim. Sevmeden sevilmek mümkün değil. Sevelim sevilelim...

20 Nisan 2009 Pazartesi

AYAKLAR


Vücudumuzdaki organların en duyarlı uçları ayağımızın altında yer alır. Bu noktalara masaj yaparsanız, ağrılarınızdan ve acılarınızdan kolayca kurtulursunuz.

Bu organlara bağlı tüm sinirlerin burada sonlandığı gerçekten doğrudur. Allah vücudumuzu öyle mükemmel yaratmış ki bunu dahi düşünmüştür. Bu sistem ile bizim yürümemizi sağlamış ve yürütmüştür ki bu noktalara her baskı yaptığımızda tüm organlarımız harekete geçsin ve düzgün çalışsın.

O zaman bol bol yürüyelim...

Bir başka mevzu da ayaklara banyo sonrasında soğuk su dökmek.

Sıcak su ile banyo yapıp, banyodan çıkarken ayaklara, hatta bacaklara soğuk su dökmek baş ağrısına iyi gelir. Bu konudaki hadis-i şerif şöyledir: “Hamamdan çıkarken ayakları soğuk su ile yıkamak baş ağrısını giderir.” Bazı büyük alim ve evliyalar da bu meyanda tavsiyede bulunmuştur. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar da peygamber efendimizin tavsiyesini doğrulamıştır.


Özellikle sıcak su ile banyo yapıldığında ve uzun müddet banyoda kalındığında kanın ayaklarda, bacaklarda çoğalması ve beyne giden kanın azalması söz konusu olabilir. Böyle bir durumda ayaklara soğuk su dökmek kanın beyne daha fazla gitmesine neden olacaktır. Bu da kişinin rahatlamasına ve eğer baş ağrısı oluşmuşsa onunda yok olmasına neden olur.

Son olarak Hazreti Ali efendimizin "çoraplarınız başınızın altına koyup yatabileceğiniz kadar temiz olmalı" şeklinde bir tavsiyesi olduğunu işitmiştim. Sanırım çorapların temiz olması başkalarına rahatsızlık vermemek için olduğu kadar, ayakların ve dolasıyle tüm vücudun sağlığını korumak için de önemli olduğu vurgulanmak isteniyor.

Baş ağrısız, sağlıklı ve mutlu günler dilerim...

17 Nisan 2009 Cuma

KAHİRE 2

Kahire hakkındaki ilk izlenmilerimi bir önceki yazımda anlatmıştım. Sizinle bir kaç resim daha paylaşmak istedim. Özellikle bu ağaç çok enterasan. Ağacın tepesinden aşağıya doğru kökler sarkıyor ve toprakla buluştuğu yerde toprağa kaynıyor. Resimdeki ağacın kök uçlarını yerle birleşmesin diye bilerek kesiyorlarmış. Gece çektiğim için biraz korkunç gözüküyor.



Burası da Han Halil çarşısının girişindeki cami. Mimarisi bizim camilerden çok farklı. Minareleri honi şeklinde yükselmiyor. daha fazla işlemeleli. Bizdeki camilerde yazılar caminin iç duvarında olur. Mısırdaki camilerin dış kısmında da kocaman yazılar var.

Toplantı sonrasında Mısır tarafı bizi bir orduevine yemeğe götürdü. Bakanlığın binasının aksine orduevi çok lüks ve konforluydu. Mısır yemekleri beklerken önümüze adana kebap, şiş kebap, ızgara et, dolma çeşitleri, pilav, sarma aklınıza gelen diğer türk mutfağı diye bildiğimiz yemekler geldi. Bizim için özelmi seçildiğini sorduk. Aldığımız cevap "bunlar Mısır mutfağının yemekleridir" oldu. Hangi yemek nereden çıkmış filan muhabbetine girdik ama diplomatik bir yemek olduğu için türk sarmasını veya dolmasını fazla ısrarla savunamadık ayıp olmasın diye.

Yemekte değişik taze sıkılmış meyve suları ikram ettiler. Mango suyu ve guava suyu harika. Mısır'dan aklımda kalan en güzel şey bu iki meyve suyu. Guava beyaz bir armut çeşidi. Şehirde meyve suyu satan çok dükkan var. Çok sevdiğimiz için özellikle meyve suyu içmek için gece dışarı çıktık. 3 bardak mango suyunu bir dolara içtik. Bizim sudan ucuz:)

Tanışdığımız Mısırlılardan bazılarının dedelerinde ebelerinde Türk karışımı var. Hatta aldığımız bilgilere göre 1950'lere kadar Türkiye'nin ciddi bir siyasi etkisi varmış oralarda. Sonra Nasır temizlemiş. Ne diyelim herkes ne ederse kendine eder. Şimdi Türkler gelip oralarda yatırım yapıyor, ekmek veriyor diye seviniyorlar.

Ben şunu bilir şunu söylerim. Elbetteki sadece ırk ve kafatasının bir önemi yok. Ama o kafatasının içini dolduran beyin, damarlarında dolaşan kandaki asalet, tarihin getirdiği birikim ve deneyim, iyilik ve güzellikle yoğrulmuş bir kültür ve hepsini mükemmeliğe ulaştıran İslam dini Türk Milletini en asil noktaya getirmiştir.


Kendimizi bilelim. Kendimize güvenelim. Ecdadımızı reddetmek yerine onlardan güç alalım.



Yırtalım dağları zincirlere sığmayalım taşalım...

14 Nisan 2009 Salı

MISIR - KAHİRE

Mart ayında resmi bir toplantı vesilesiyle Kahire'ye gittim. İki gün boyunca yoğun gündem nedeniyle akşam 9'lara kadar toplantı salonunda tıkılıp kaldık. Bizde gece Kahireyi gezmeye, bir nebze de olsa etrafı görmeye çalıştık. Zaten Mısırlılar sabaha kadar çarşılarda, kahvelerde yada lokantalarda oluyormuş. Gece 12'de sokaklarda şöyle bir turlayalım dedik. Etrafta dolaşan, parklarda muhabbet eden, kaldırım kenarlarında oturan bir sürü insan vardı. Mısır'lıların tabiriyle Kahire 24 saat yaşayan bir şehir.

Şehre vardığımızda ilk dikkatimizi çeken şey tabiki trafikteki hacı muratlar ve şahinler oldu. Meğer Türkiye'de üretime son verilince üretim bandını Mısır'a taşımışlar. Hacı muratları görmelisiniz, nasıl olupta çalıştığına hayret edersiniz. Trafik o kadar keşmekeş halindeki trafik kuralı diye bir şey yok. Zaten o kadar çok trafik kazası oluyormuş ki insanlar çok ciddi bir durum olmadığı müddetçe kazadan sonra bir eyvallah çekip yollarına devam ediyorlarmış. Söylediklerine göre yalnızca Kahire'de 40 milyon insan yaşıyormuş. E tabi o kadar kalabalık bir şehir olunca trafik de altüst oluyor.




Burası Han Halil dedikleri Kahire'nin ilk şehirleşmesi esnasında İslam devletinin hakimiyeti sanırım Emeviler zamanında yapılmış bir alışveriş merkezi. Bizim İstanbul'daki Kapalı çarşıya benziyor. Ama Kapalı çarşı tabiki bunun katının katı sayılır. Genellikle hediyelik eşyalar, takılar filan satılıyor. Piramitler ve eski mısır heykellerinin örneklerini bulabilirsiniz. Aldığımız şifahi bilgiye göre satılan eşyaların çoğu Çin'den geliyormuş.


Han Halil'in içerisinde bir kahve'de çay içiyoruz. Kişi başına bir çaydanlık getiriyorlar. Kaynayan suyun içine çayı atıp kaynatıyorlamış. Bizim gibi demlemiyorlar. İçerken içine taze nane koyuyorlar. Hani fena da olmuyor. Bardaklarda ve çaydanlıkta hayır yok ama ortam o kadar otantik ki ne içseniz farketmez. Kahve kaç yüzyıllık bilmiyorum. Osmanlı'dan izler var. Minber maketinde ayyıldız var. Tavandaki işlemeler çok hoş. O kadar kalabalık ki dip dibe tıkış tıkış oturuyorsunuz. İnsanlar nargilelerini fokurtatıyor. Kadın erkek farketmiyor. Normal aileler oturmaya geliyorlar ve nargile içiyorlar. Hatta elli yaşında bir teyzem nargileyi fazla kaçırmış neredeyse kendinden geçiyordu.


Bu resmi de kaldığım otelin balkonundan çektim. Nil nehri gece güzel görünüyor. Gündüz fırsat olsaydı gemi ile tura çıkacaktık ama nafile.


Bu yiğidim de bir Osmanlı paşası. İhtişamı omuzlarımızı kaldırdı doğrusu. Bakmayın siz şimdi araplar bizi kötüler biz de onları. Ama Osmanlı bu Arap ülkelerine çok emek vermişde onlar kıymetimizi bilmiyorlar. Allah onlardan razı olsun.
Böyle dedeleri olan bizlerin de onlara layık olabilmek için elimizden geleni yapmamız lazım. Biz de en azından kendi memleketimizin ihyası için, bir adım daha öteye gidebilmesi için var gücümüzle çalışmamız gerekir. Biraz derin kaçtı ya neyse idare edin artık.


13 Nisan 2009 Pazartesi

GÜLİSTAN - SADİ ŞİRAZİ

Geçenlerde Doğu klasiklerinden Sadi Şirazi'nin Gülistan'ını okudum. Sanırım genç öğrenciler için basitleştirilmiş ve kısaltılmış versiyonu idi. Çok hoşuma gitti. Uzun versiyonunu da alıp okumayı düşünüyorum. Hayata dair çok güzel hikayeler anlatıyor, dersler veriyor. Kitap okuma mevzuu açıldığında tüm arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. Mutlaka bir defa okunmalı ve hatta mümkünse zaman zaman tekrar okunmalı diye düşünüyorum. Sadi Şirazi'nin bir de Bostan isminde bir eseri varmış. Eminim o da Gülistan kadar güzel ve faydalıdır.


Gülistan'dan sevdiğim bölümleri, hikayeleri ve anlamlı sözleri zaman zaman sizlerle paylaşacağım. Umarım sizelerde seversiniz ve faydalanırsınız.

Bu arada Toroslarda yörüklerin kullandığı bir tabir aklıma geldi. Yoldan çıkan, uygunsuz davranışlarda bulunan kimseye iyice şirazadan çıktı derler. Burada kullanılan şiraza kelimesinin Şirazi'den gelme ihtimalinin olduğu kanaatindeyim. Zira Gülistan'da hayat yolunda dosdoğru nasıl gidilir anlatılıyor.


Sadi-i Şirazi kimdir?

İran Edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biri olarak kabul edilir. Asıl adı, Ebu Abdullahmüşerrifûttin bin müslih eş- Şirazi’dir. (1213-1292)

Rivayetlere göre; hayatının ilk üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanını da ibadete hasretmiştir. Bilginler yetiştiren bir soya mensup olduğu bilinir.

Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’da Nizamiye medresesinde devam etmiş, çağının büyük simalarıyla tanışmıştır. Dini terbiye almış, bu konuda tanınmış kişilerle konuşmuştur. Hayatı daima öğretici, düşündürücü ve çekici bulmuştur. İnsanlarla konuşmak ve seyahat etmek onun sevdiği şeylerdir. Çok kez Hac’ca gittiği de rivayet edilir.

Ebu Bekir ve oğlu Sad için “ BOSTAN ve GÜLİSTAN” isimli yapıtlarını yazdı. Güneydoğu Anadolu ve Azerbeycan’ı gezdi. Karışık ve hareketli hayatının nihayetinde tekrar Şiraz’a gelerek, burada yerleşir ve ölümüne dek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkede, vaktini okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirir.

Birçok büyükler ona saygı göstermişler. Büyük bir tevazu ile her zaman içinde yaşadığı halk, hayatının sonlarına doğru, onu ermişlerden biri olarak tanımıştır. Sadi 1292 yılında Şiraz’da vefat etmiştir. Mezarının bulunduğu semt O’nun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin uslübu basit gibi görünür, ancak kolay taklit edilemez. Yapılarından başlıcaları şunlardır. “Takriz-i Dibaçe”, “Mecalis-i Pençgane” , “Gazeliyet”... En meşhur eseri “ Bostan ve Gülistan” İslam dünyası medreselerinde okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.


Gülistan'dan bir hikaye ile yazımızı tamamlayalım.

Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. Bir gün bu köle ile gemiye binmişti. Köle o zamana kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı.

Köle, gemi limandan ayrıldığı andan îtibaren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler. Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; "Müsâde ederseniz ben onu susturayım" dedi. Hükümdar da o zâta izin verdi.

O zât, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı, çıktı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar. Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sâkin oturdu.

Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu. O da; "Köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. İşte huzûrla, saâdet ve sıhhat de böyledir. Huzûr içinde yaşıyan, mesûd olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saâdetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez" dedi.

10 Nisan 2009 Cuma

NAMAZ ADAMI YOLDA KOMAZ

"Evimizin önünden akan bir nehir olsa, günde beş defa bu nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte beş vakit namaz böyledir, günahları siler süpürür."1(H.S.)

Yani namaz insanın ruhunu yıkar, kalbini saf ve temiz hale getirir.

Bazıları "kıl kıl bitmiyor" diye bahane edip gaflete düşebilir ve namazı terkedebilir. Namazın anlamını bilerek, huşu içinde eda eden kişi "kıl kıl bitmesin" ister.

Namaza başlama tekbiri sırasında "Allah'ü Ekber" diyerek elini kaldıran insan sanki şunu demek ister: "Ben şu anda bütün dünyevî kaygıları ve maddî düşünceleri, kısacası Hak'tan gayri her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor ve yüce Mevlâ'nın huzuruna çıkıyorum." Bu niyet ve duyguyla ibadete başlayan kişi; namaz sırasında Allah'a tam bir yakınlık içinde olacaktır. Onun için "Namaz mü'minin mîracıdır."3 buyrulmuştur.

Mîraç sırasında Sevgili Peygamberimiz nasıl ki, Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa, müslüman için de namaz, Allah'la beraber olmanın yoludur.

Bir kimsenin namazı, o sırada Allah'ı hatırlaması ölçüsünde değer taşır. Gaflet içinde kılınan namaz şeklen namaz olsa bile, gerçek namaz olmaktan uzaktır. Bununla birlikte namaz sırasında bir an bile Allah'ı hatırlayıp, kendini O'nun huzurunda hissetmek dahi bir başarıdır. İnsan namaz kılarken en azından böyle bir huzur ânını yakalamayı düşünmelidir. Namazda huşûun şartı sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir.

" İ. Hakkı Bursevi Hazretleri başlama tekbiri alırken iki elin birden kaldırılmasını şöyle yorumlar: "İşin gerçeği şudur: Sağ el âhiretten, sol el dünyadan ibârettir. Elleri kaldırmak ise, dünya ve âhiret ilgisini elden çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiyle de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır."

Namazda ilk okunan dua olan "Sübhâneke" kelimesinin anlamı "Allahım seni tesbih ve tenzih ederim, sen en yücesin, sen en büyüksün" demektir.

Daha sonra "Fâtiha" suresi okunur. Burada Rab'la bir konuşma söz konusudur. Önce Allah'a hamdedilir. O'nun âlemlerin Rabbi olduğu, her şeyin sahibi ve hâkimi bulunduğu belirtilir. "Yalnız sana kulluk ederiz." denir. Daha sonra "Yalnız senden yardım dileriz." denir. Yani bana kulluk etme imkan ve gücünü veren de sensin demektir."Ya Rab, ben sana sığınıyorum. "Bizi sırât-ı müstakîme (doğru yola) ilet." diye dua ve niyazda bulunulur.


Bir hadisi kudside Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Ben namazdaki Fâtiha suresini kulumla kendi aramda yarı yarıya bölüştürdüm, kulumun istediği onundur." Kul "Elhamdü lillâhi Rabbi'l'âlemîn" dediği zaman, Allah: "Kulum beni senâ etti" der. Kul: "Mâliki yevmiddîn" dediği zaman, "Kulum beni övdü" der. Kul "İyyakena'budu ve iyyakenestain" dediği zaman: Allah: "Bu kulumla benim aramdadır ve kulumun istediği hakkıdır" der. Kul: "İhdine'ssırâta'l-müstakîm sırâtallezine en'amte aleyhim gayri'l-mağdubi aleyhim ve le'ddallîn" dediği zaman Allah: "İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurdu."9


"Rükû" eğilmek demektir. Allah'a saygının, Onun büyüklüğünü itiraf etmenin fiilî şeklidir. İnsan aziz (izzet sahibi, değerli) bir varlıktır. Başka fâni varlıklar karşısında eğilmek ona yakışmaz. Allah'ın huzurunda eğilip, kulluğun sâdece O'na âit olması gerektiğini bilenler, başkaları önünde eğilmezler. Rükûda Allah'ın azamet ve yüceliği dile getirilirken, doğrulunca da şükrün O'na mahsus olduğunu belirten sözler söylenir.

Secde vaziyeti insanın Rabbine en yakın olduğu haldir. İnsan Allah karşısında maddî olarak ne kadar eğilir ve küçülürse, mânen o nispette büyür ve yücelir.

Namazın sonunda okunan "Ettahiyyâtü" duasıyla ilgili şöyle bir görüş vardır: Bu dua, Miraç'ta Hz. Peygamber'le Yüce Allah arasında geçen bir konuşmanın hâtırasıdır.13 O mutlu anda Resulullah "Her türlü selâmın, duanın, güzelliğin Allah'a yönelik olduğunu" söyler. Allah da: "Ey Peygamber selâm/esenlik, rahmetim ve bereketim sana olsun." diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine Hak Resûlü: "Esenlik ve güzellikler aynı zamanda Allah’ın iyi kullarının da üzerine olsun." der. Ve şehâdet kelimesiyle duasını bitirir.

Namazda bu huşu ve feyzi yakalayamamak namazdan vazgeçmeyi gerektirmez. Gönül ehli şöyle diyor: "Önünde beklediğiniz kapıyı cevap almak için çalınız. Cevap gelmeyince vazgeçen muhtaç değil demektir. Bu durumda ev sahibi ona ilgi göstermez. Bu yüzden namaz terkedilirse mânevî kayıp büyük olur.


" Namazda Allah'ın huzurunda bulunduğunun farkında olmayan ve aklı fikri ticaretinde veya başka dünyevi işlerinde takılıp kalan kimse, gerçek anlamda namaz kılmış sayılmaz. Hz. Ali'nin, bacağına saplanan bir okun çıkarılması sırasında, onun vereceği acıyı hissetmemek için namaza durduğu ve o esnada çıkarma ameliyesinin yapıldığı söylenir.16 Kur'an'da gaflet içinde ibadet edenler için "Yazıklar olsun o namaz kılanlara" "(Mâun Sûresi) buyrulur. Hadiste: "Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine geçen sadece uykusuzluk ve zahmettir."5 denir.

Serrac'a (ö.378/988) göre namazda kıyam edebi, Allah'ın huzurunda bulunma şuurudur. Kıraat edebi, Kur'an âyetlerini gönül kulağıyla dinliyormuş gibi, yahut da Allah'a okuyormuş gibi bir duyguyla okumaktır. Rükû edebi, Allah'ı yüceltmek, kendisini bir toz zerresi gibi görmek, "Semiallahü limen hamideh" sözünü Allah'ın işittiğini bilmektir. Secde edebi, Allah'a en yakın olma halini hissetmek ve O'nu aziz bilmektir.22



DİPNOTLAR: 1. Müslim, Mesacid, 283. 3. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, Yûnus suresi 10. âyetin tefsiri. 5. İbn Mâce, Sıyam, 21. 8. Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 155, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978. 9. Müslim, Salât, 37; İbn Arabî, Mişkâtü'l-Envâr, çev. Mehmet Demirci (Nurlar Hazînesi), 98-100, İz Yayıncılık, 2. baskı, İstanbul, 1994. 13. Bk. Ahmet Naim, Tecrîd-i Sarih terc, II, 876. Tahiyyat duasının bu mânâda yorumu için bk. Halûk Nurbaki, Tek Nur, 144, İstanbul 1989. 16. Benzeri bir olay için bk. Hucviri, age, 441. 22. Ebu Nasr Serrac et-Tûsî, el-Luma, çev. H. Kâmil Yılmaz (İslam Tasavvufu), 160, Altınoluk Yayını, İstanbul, 1996.


9 Nisan 2009 Perşembe

ATALARIMIZDAN DERSLER

Tarlada ekinim var deme, ambara girmeyince.

Hayırlı evladım var deme, el koynuna girmeyince.

Sadık dostum var deme, başına bir şey gelmeyince.

Vefakar karım var deme, yok günü görmeyince.




İşin başına geç varandan,

Bal vermeyen arıdan,

Kocasından sonra kalkan karıdan ,

Haram kazanılan paradan kimseye hayır gelmez.






Zengini fakir eden hayırsız evlat.

Memuru, tüccarı fakir eden süslü avrat.

Fakiri fakir eden kuru inat.

Çok acıma acınacak hale gelirsin.





Bilmeyen ve bilmediğini bilen çocuktur, eğitin.

Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır, uyandırın.

Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen aptaldır, uzaklaşın.

Bilen ve bildiğini bilen liderdir, takip edin.


ÜÇ ÇEŞİT İNSAN VARDIR....
BİRİNCİSİ EKMEK GİBİDİR, HER GÜN ARARSINIZ.

İKİNCİSİ İLAÇ GİBİDİR, LAZIM OLUNCA ARARSINIZ.

ÜÇÜNCÜSÜ MİKROP GİBİDİR, O GELİP SİZİ BULUR...


ASİLLER İDARE EDER, ACİZLER ŞİKAYET EDER, BASİTLER İFTİRA EDER...

EN DEĞERLİ İNSAN , KULAĞINDAN GİRENİ YÜREĞİNE GÖMEN İNSANDIR...